Şarbon Korkusu: Hayvancılık ve Bakterinin Toplumsallığı Üzerine
Ortaklarımızdan Fatih Tatari’nin yazısı, Kasım 2018’de Mehmet Ekinci’nin editölüğünde STS Istanbul blogunda yayınlandı.
“Türkiye’de küçük çiftçilerin geleneksel yöntemlerle sürdürdüğü mera hayvancılığı ekolojik bir değerdir. Yerel koşullara uzun yıllar içinde adapte olmuş hayvan cinsleri ve çeşitli biçimlerde sürdürülen göçerlik/koçerlik ve yaylacılık kültürünün kaybolmasına sebep olacak etkenlerden birisi de sürülerin sağlığını tehdit eden hastalıklardır. Ancak bu hastalıkların sadece meralardan ya da belli yerlerde yaşayabilen bakteri, virüs gibi canlılardan kaynaklandığını düşünmek saflık olur.”
1-2 Eylül 2018 tarihlerinde Tatvan’da Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’nın düzenlediği Doğu Anadolu Peynirleri Buluşması[i] programını hazırlarken çoğunlukla mandaların otladığı bir meraya gezi düzenlemeyi planlamıştık. Bu geziyi temmuz ayında planlarken, yazın merada birleştirilen sürüleri ziyaret ederiz diye düşünmüştük. Ancak farklı köylerden ve yaylalardan binlerce mandanın bir araya geldiği sıradan bir günde bu ziyareti gerçekleştiremedik; çünkü Türkiye’de manda yetiştiriciliğinin son yıllarda artarak devam ettiği ve hayvan bakımının büyük ölçüde meralarda (güvenlik sebebiyle yasak olmayanlarda) yapıldığı illerden Bitlis’in[ii] Güroymak (Norşin) ilçesinde şarbon tehlikesi dolayısıyla sürüleri birleştirmeme kararı alınmıştı. Şarbon salgını haberleri ise o ara basında henüz yer bulmaya başlamıştı, mesela 29 Ağustos tarihinde Güroymak’tan Diyarbakır’a nakledilen 10 yaşında bir çocuğun hayatını kaybetmesinin ardında şarbon olabileceği konuşuluyordu. Daha sonra kesinleşen analiz sonuçları da bahsi geçen çocuğun ölüm sebebini bağırsak şarbonu olduğunu söylüyor[iii]. Bitlis’te yaptığım görüşmelerde hasta naklinin Hizan (Xîzan) ilçesinden yapıldığını öğrendim[iv]. Yerel ve ulusal basında çıkan haberlerden öğrenebildiğimiz kadarıyla Bitlis’te şarbon dolayısıyla bir aydan kısa sürede en az 47 kadar hayvan hayatını kaybetti ya da itlaf edildi, öldürüldü (bu rakam bazı haberlerde 100’ün üzerinde)[v]. Ağustos ayının sonlarından itibaren Türkiye’nin diğer illerinde de yüzlerce başka hayvanın hayatını kaybettiği, sürülerin, çiftliklerin, meraların ve köylerin karantinaya alındığı bu korku ve endişe ortamının[vi] kaynağında niceliksel olarak hareketliliği giderek artan ve büyümesi teşvik edilen, ancak sağlıklı bir şekilde verisi oluşturulamayan ve kontrolleri yapılamayan hayvanların ve hayvansal ürünlerin dolaşımı yer alıyor.
Şarbonu takip etmek
Bir yılı aşkın süredir Kars-Ardahan bölgesinde mera hayvancılığı ve peynircilik üzerine araştırma yürüten bir doktora öğrencisi olarak, yaz sonu-sonbahar başında otların iyice kuruması, çayırların ve tarlaların biçilmesi dolayısıyla hastalıkların daha kolay yayılabildiği bir dönemin başladığını, özellikle Bacillus anthracis bakterisinin yayılarak şarbon salgınlarına yol açma olasılığının arttığını yaptığım görüşmelerde öğrenmiştim. Başka bir deyişle şarbon salgınının Türkiye’de bir tehlike olarak konuşulmaya başlandığı ağustos ve eylül ayları, aslında mevsim döngüleri düşünülünce hastalığın hayvanlar arasında en çok görüldüğü zamana tekabül ediyor. Birçok veterinere göre ağustos ve eylül aylarında meralarda, hayvanların otladığı açık alanlarda Bacillus anthracis bulunması normal kabul edilebilir. Otlayan hayvan, bakterinin en büyük rezervuarı kabul edilen topraktan soluyarak ya da sadece yediği ottan Bacillus anthracis’i alabilir. Hayvandan hayvana geçiş pek görülmese de topraktaki solucanlar, hayvanlar arasında uçuşan kan emici sinekler bakterinin hayvan bedenleri arasında taşınmasında etkilidir.
Şarbonla ilgili öğrendiklerimin çoğunu akademik hayatının uzun bir bölümünü şarbon ve Bacillus anthracis’i anlamaya vakfetmiş Kafkas Üniversitesi Veteriner Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Mitat Şahin’le bu hastalığın epidemiyolojisi, ekolojisi ve insan ve hayvan sağlığına etkileri üzerine yaptığımız sohbetlere borçluyum. Mitat Hoca Kars’ın Türkiye’de en fazla şarbon aşısı yapılan ili olduğunu belirtiyor.[vii] Eylülün ilk haftası yaptığımız görüşmede, Kars’ta son 10 yıldır insanlarda görülen şarbon vakalarının giderek azaldığını, bildirilen hayvan vakalarınınsa önce arttığını, sonra azalarak yılda 10 noktasal salgının altına düştüğünü belirtti. Mitat Hoca’ya göre Türkiye’de şarbon vakası sayılarının 10 yıl önce artmasının sebebi şarbon başta olmak üzere hayvan hastalıklarına dair veri eksikliği ve insanların yaşanan vakaları bildirmemesiyle birlikte düşünülmeli:
“Kasaplar şarbonu zaten çok iyi tanıyor; çiftçiler de sağlıklı olmayan hayvanı anlayabiliyor. Ancak yetkililere ve bilim insanlarına ulaşmaları için alınacak önlemlerin etkili olacağına ve olayın takibinin uzun dönemde sonuç odaklı sürdürüleceğine inanmaları gerekiyor. Biz eğitimler düzenleyip, çiftçiler ve kasaplarla bir güven ilişkisi tesis ettiğimizde, hastalığın takibini onlarla iletişimde kalıp yaptığımızda, insanlar bize vakaları daha çok bildirmeye başladı. Daha sonra İl Tarım ve Orman Müdürlüğü’yle birlikte sistematik ve uzun vadeli olarak çalışmalarımızı sürdürdükçe gerçekleşen hastalık vakalarını kısa sürede öğrenebildik ve gerçek sayıların azalmaya başladığını gördük.”
Türkiye’de yaşanan şarbon vakalarının bildirilmemesinin ardında, devletin hayvan hastalıkları hakkında kapsamlı bir veri toplama çalışması yürütmemesi, çiftçilerin ve kasapların şarbonun yayılması/bulaşması hakkında yeterli bilgi sahibi olmaması ve tespit edilen şarbon vakalarında karantina ve itlaf uygulamalarının köylerde yarattığı zarar gibi sebepler olduğu düşünülebilir. Mitat Hocanın vurguladığı gibi bu konuyu araştıran bilim insanı ve kamu yetkililerinin köylülerle ve kasaplarla karşılıklı güven ilişkisi kurması çok önemli bir başlangıç.
Bakanlık websitesinde ya da Veterinerler Birliği’nin kaynakları ve açıklamalarında görüldüğü üzere şarbon görülme sıklığı ya da bildirilen toplam vakaların dağılımı üzerine güvenilir bilgiye ulaşmak pek mümkün değil[viii]. Mitat Hoca veya diğer danıştığım kişiler arasında bu konuda ülke çapında kapsamlı bir veritabanı öneren ya da gösteren kimseye rastlayamadım. Türkiye’deki hayvancılık üzerine güncel ve tarihsel veri toplamak gerçekten güç bir iş. Bazı yayınlarda olduğu üzere TÜİK, WHO, OİE gibi ulusal ve uluslararası kurumların kendi analiz raporlarında yayınladığı sayıları yan yana getirmek, kimi zaman yerel ölçeklere odaklanıp bir örneklem üzerinde veri oluşturmaya çalışmak gibi yollarla belli tahminler yapmak ancak mümkün olabiliyor. Türkiye’de son yıllarda daha da arttırılan hayvancılık destek ve hibe bütçesine rağmen, hayvancılık hakkında detaylı bir veritabanı hâlâ oluşturulmuş değil. Bakanlık ve İl Tarım ve Orman Müdürlükleri’nin sahip olduğu bilgi ve verileri şeffaf bir şekilde kamuoyuyla ve araştırmacılarla paylaşması çiftçi ve hayvancılar için büyük önem arz ediyor.
Bakteri, aşı ve ithalat
İlgili bilimsel literatüre göre Şarbon (Anthrax) aşılamayla kontrol altında tutulan, dünyanın mera ve açık alan hayvancılığı yapılan birçok yerinde enzootic (belirli bir bölgedeki hayvan popülasyonunda karakteristik olarak görülen) kabul edilen bir bakterinin hayvan bedeninde yaşamasıyla ortaya çıkan ölümcül bir hastalık. Louis Pasteur’ün Bacillus anthracis’i izole edip şarbonu bu bakterinin yaşam döngüsü içinde gelişen bir durum olarak tanımlamasının üzerinden 150 yıl geçti. 1930’lu yıllarda Max Sterne’in yaptığı çalışmalar ve geliştirilen aşıyla birlikte şarbonun insanlarda ve hayvanlarda görülme sıklığı oldukça azaldı. Şarbon aşılarının piyasaya sürülmesi, devletlerin eliyle ve ilaç şirketleri, uluslararası yardım ve kalkınma kuruluşları aracılığıyla dünyada yaygınlaşması elbette aşıya erişim ve para yetiştirme adına eşit ve adil koşullar altında gerçekleşmedi. 20. yüzyıl başlarında Avrupa’nın birçok yerinde sıkça görülen şarbonun yaygınlık oranı yüzyılın sonuna gelindiğinde oldukça azalmıştı. Hastalık, bugün Avrupa’da sadece Yunanistan’da ve İspanya’da hâlâ endemik kabul ediliyor; Fransa, İsviçre, İtalya, Rusya ve bazı Balkan ülkeleri gibi mera ya da açık alan hayvancılığının sınırlı oranlarda sürdüğü yerde şarbon artık sporadik/dönemsel olarak sınıflandırılıyor[ix].
Şarbon bilinen en eski hayvan hastalıklarından biri. Türkçede “kara kabarcık” ya da “kara yanık” olarak da bilinen hastalığın adlandırılmasında hastalarda oluşan yaranın ve hasta hayvanın kan renginin kara bir renk alması etkili olmuştur. Bundan dolayı Fransızcada kömür anlamına gelen charbon ve türevi şarbon hastalığa Türkçede verilen ad olurken, Antik Yunancada kömür anlamına gelen anthrax kelimesi de hastalığın uluslararası Batı tıp literatüründeki adına dönüşmüştür. Bacillus anthracis bu hastalığa yol açan bakteri olarak tanımlandığından bu yana, hayvanların yaşadıkları yerlerle laboratuvarlar arasında oldukça yoğun bir trafik yaşanmaktadır. Arazi ya da merayı laboratuvarla bağlantılandırmak, Bruno Latour’un “Pasteur’ün keşfi” olarak nitelendirdiği süreçte zuhur eden önemli bir tercüme faaliyetidir. Latour’un anlatısına göre şarbona sebep olan bakteri izole edilip aşısı geliştirildikten sonra, bütün potansiyel tehdit içeren bölgelerde hayvanları aşılamak üzere 19.yüzyılın sonunda Fransa’da arazilere ulaşan modern sağlık birimleri harekete geçti. Latour’un kitabında detaylıca betimlediği gibi “Fransa’nın Pastörizasyonu” (1984)[x] Pasteur’ün mikroplar dünyasını tıp dünyası ve kamuoyuna görünürleştirmesi ve bunun bakterilerin yaşamına medikal müdahaleyi mümkün kılmasıyla gerçekleşti. Hayvan sağlığı, refahı ve hayvancılık koşullarının iyileştirilmesi üzerine, insan-hayvan ilişkilerini düzenleyici modern yapılar ve kurumlar da bu süreçte modern devletlerin mobilize ettiği önemli aygıtlara dönüştüler.
Türkiye’de 1950 ve 60’larda onbinlerle bildirilen hayvan şarbonu vakalarının, 1970’lerde binlere, 1990’larda yüzlere düşmesi aşılamalar ve kontrollere bütçe ve zaman ayrılmasıyla mümkün olmuştu.[xi] Ankara Etlik Veteriner Kontrol Merkez Araştırma Enstitüsü 1920’lerden itibaren Pasteur Ensititüsü’yle yakın temasta oldu, şarbon ve başka aşılar üzerine ürün geliştirmeye erken cumhuriyet yıllarından itibaren başladı. Bugün hâlâ şarbon aşısının Türkiye’de üretildiği tek yer bahsi geçen Merkez Araştırma Enstitüsüdür. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın da yönergelerinde belirtildiği gibi, Türkiye’de hayvanlar meraya ya da açık alanlara çıkmadan şarbon aşısının yapılması gerekiyor. İnsanlarda erken teşhisle tedavisi görece basit olan şarbonun hayvanlarda tedavisinin olmaması, hayvanların sadece aşılamayla korunuyor olmaları, her hayvanın davranış örüntüsünü, sağlığını dikkatle takip etmeyi gerektiriyor. Bu takip elbette en başta o hayvanın gündelik bakımını gerçekleştiren çiftçi tarafından yapılabilir. Ancak takip edilebilirliğin hayvanın nereden ve ne koşulda geldiği, neyle beslendiği, nerede ve diğer hangi hayvanlarla birlikte otladığı, veteriner hekime ve aşıya ulaşmanın maliyeti gibi birçok etkeni vardır. Dolayısıyla son dönemde tartışılan şarbon salgınının bize açıkça gösterdiği şey, aslında hayatımızın önemli bir parçası olmasına rağmen, insan-hayvan ilişkilerini düzenleyen siyasi, kültürel ve biyolojik dünyaların hayvancılık söz konusu olduğunda yaratabildikleri toplumsallıkların korkutucu ve çok tehlikeli sonuçlarından habersiz olduğumuzdur.
Ağustos sonunda Ankara’da Brezilya’dan ithal edildiği açıklanan yaklaşık 4000 sığırda şarbon bulunduktan sonra[xii] hastalık üzerine tartışmaların genelde hayvan ithalatıyla birlikte alevlendiğini görüyoruz. Buna rağmen Bitlis’ten Diyarbakır’a gönderilen ve hayatını kaybeden çocuğun bağırsak şarbonunun ithal hayvanlarla ilişkisi henüz belirsizliğini koruyor[xiii]. Kayseri’de iki ilçenin karantinaya alınmasıyla ilgili konuşan bir veteriner hekimin ithal hayvanların alımında müdürlüklerde görevli memurların kontrol yapmak için görevlendirilmediklerini söylemesi[xiv], Diyarbakır Veteriner Hekimler Odası’nın aynı kontrol eksikliğinin altını çizmesi[xv] ithal hayvanların sağlığı ve transfer koşulları hakkında bir hayli insanı kaygılandırıyor.
Canlı hayvan ithalatının hangi ülkelerden yapılabildiğinin bilinir ve belgelenebilir olmasına karşın, hangi hayvanların nereden ne koşullarda geldiğine dair devletin kamuoyunu bilgilendirmemesi aslında Türkiye’deki hayvan hareketlerinin sıradan bir vatandaş ya da bir araştırmacı için ulaşılamaz olduğunu bizlere gösteriyor[xvi]. İthal hayvanlarla şarbon arasındaki ilişkilere dair elimizdeki bilginin kısıtlılığı bizleri hayvanların nasıl seçildiği, transfer koşulları, olası salgın hastalıklara karşı alınan önlemler ve hasta hayvanlara ne olduğu gibi birçok konuda cevapsız sorularla baş başa bırakıyor. Ancak şarbon ve hayvancılıkla ilgili sorunlar canlı hayvan ithalatı dahil, ülkede giderek artan canlı hayvan sevkiyatları[xvii] ve bunun yarattığı sorunlardan yola çıkarak daha geniş bir çerçeveden ele alınmalı[xviii].
Canlı hayvan hareketleri, mera, sevkiyat
Bugün Türkiye’nin hâkim hayvancılık politikalarına baktığımızda, pazarı büyütmeyi ve besi hayvancılığını yaygınlaştırarak, daha düşük fiyatlı canlı hayvan ve et ithal ederek et fiyatlarının düşürülmesi ve hayvan pazarının büyütülmesinin öncelikli hedefler arasında yer aldığını görüyoruz. Bu amaçla, hayvancılık yapan çiftçiyi ve sektöre yatırım yapabilecek girişimcileri destekleyerek ülke içinde ciddi bir hayvan dolaşımının tetiklendiğini ve devletin neoliberal yöntemlerle inşa ettiği yeni bir “hayvan piyasası” oluşumunu dikkatle takip etmek gerek.
Şarbon salgını haberleri de hayvancılığın geçirdiği dönüşümün yapısal bir parçası olarak bu piyasa koşullarında yaşanabilecek salgınların boyutunu ortaya koyuyor. Son yıllarda Türkiye’deki çiftçi desteklerinin giderek artan bir payını (yaklaşık 3’te 1’ini), hayvancılığa ayıran Tarım ve Orman Bakanlığı, 2018’de öncelikli olarak besi hayvancılığını destekleyeceğini açıklamıştı[xix]. Niceliksel olarak Türkiye’deki hareketliliği giderek artan ve büyümesi teşvik edilen, ancak sağlıklı bir şekilde verisi oluşturulamayan ve kontrolleri yapılamayan hayvan bedeni dolaşımının, devlet teşkilatlanmalarının büyük bir dönüşümden geçtiği bu yıllara tekabül etmesi şarbon salgını haberlerinin yarattığı korku atmosferinin ardında yatan “piyasa”nın oluşmasında etkili oldu. Yaz sonunda, bu yıl Kurban Bayramı’yla da birlikte, her yıl yaşanan şehirlerarası ve uluslararası hayvan hareketlerindeki artış, kimin nereden/ne zaman/ne şekilde gelen hangi hayvanı tükettiğinin izinin sürülmesini büyük oranda imkânsız kıldı. Hayvan bedenlerinin dolaşımının nasıl kayıt altına alınıp ne kadar izlenebildiğine dair kamuya açık, şeffaf bir veri akışı bulunmadığı aşikârken, Bacillus anthracis’in nereden nasıl yayılmaya başladığını konuşmak çok fazla bilinmeyenli büyük bir denklemi çözmeye çalışmak anlamına geliyor.
Şarbonun “gelişmiş” ülkelerde pek görülmemesini çiftliklerde kontrol altında tutulan hayvanların bu hastalığa yakalanma olasılıklarının meraya göre daha düşük olmasıyla açıklayanlar, şarbon gibi mikrobiyal meseleleri dar bir gıda güvenliği çerçevesine hapsetmiş olurlar. Şarbon sorununun kaynağını mera hayvancılığında arayan bu yaklaşım, hayvansal gıda üretiminin endüstriyelleşmesini teşvik eder. Oysa Bacillus anthracis‘in bir salgına yol açmamasını sağlamak için hayvanları “modern çiftliklerde,” kapalı alanlarda, satın alınan yüksek miktarda genetiği değiştirilmiş yemlerle beslemek gerektiği masalı, hastalık ve salgın haberlerinden medet uman şirketlerin, hayvancılığı sadece kâr etme peşinde düşünenlerin iştahını kabarttığı için sizlerin de kulağına ulaşıyor olabilir. Böylesi bir çözümün insan-hayvan ilişkileri için nasıl bir tahakküm içerdiğini bu yazıda uzun uzadıya tartışmayacağım. Binlerce yıldır sürdürülen mera hayvancılığının kapitalist toplumlarda çiftlik hayvancılığına dönüşmesi gerektiği düşüncesi, ilerlemeciliğin bir tuzağı olarak hayvancılığı da kâr hesapları ve sermaye hareketlerine indirgememize sebep oluyor[xx]. Şarbonun önüne geçmenin yolu modern çiftliklerde sürdürülen yoğun/entansif hayvancılık olmak zorunda değildir; çözüme doğru adım atmak için emek isteyen işten kaçınmamak, yani çiftçi, köylü, kasap gruplarıyla veteriner, tarım bakanlığı memuru ve diğer kamu ve sivil inisiyatifler arasında sistematik ilişkiler kurmak adına aktif çaba göstermek gerekir[xxi]. Başka bir deyişle, Bacillus anthracis‘in doğada bulunduğunu kabul edip, onun sporlarının yaşamsallığının nasıl toplumsallıklara gebe olduğu ihtimallerini araştırmak[xxii] hayvanları, çiftçileri, kasapları ve içinde bulundukları ilişkiler bütününü güvensiz ilan etmek şarbon salgınlarının önüne geçmez. Dolayısıyla ortaya çıkan tabloda şarbondan etkilenme olasılığı olan hayvan ve insanları korumaya çalışmak yerine, yapılan hayvancılık güvensiz ilan edilerek, daha kontrollü ithal edilen hayvan ve daha fazla hayvanın sıkıştırıldığı çiftlik sayısının arttığı bir dünyaya doğru yol alınmaktadır.
Bakterinin toplumsallığı
Şarbon salgını haberlerinin dikkati çektiği hayvan ithalatını sadece tüketici açısından bir gıda güvenliği sorununa indirgemek, son yıllarda dünyada giderek artan bir tehlike olan sınır-ötesi hastalıkları (trans-boundary diseases [xxiii]) ve bu hastalıkların, giderek artan kontrolsüz hayvan hareketleriyle birlikte hayvancılığı nasıl tehdit ettiğini gözden kaçırmaya sebep olabilir. Türkiye’de küçük çiftçilerin geleneksel yöntemlerle sürdürdüğü mera hayvancılığı ekolojik bir değerdir. Yerel koşullara uzun yıllar içinde adapte olmuş hayvan cinsleri ve çeşitli biçimlerde sürdürülen göçerlik/koçerlik ve yaylacılık kültürünün kaybolmasına sebep olacak etkenlerden birisi de sürülerin sağlığını tehdit eden hastalıklardır. Ancak bu hastalıkların sadece meralardan ya da belli yerlerde yaşayabilen bakteri, virüs gibi canlılardan kaynaklandığını düşünmek saflık olur. Hastalıklarla ilgili temel mesele bu canlılarla karşılaşan hayvan bedeninde neler olduğudur. Örneğin şarbon hastalığı durumunda Bacillus anthracis bulaşışının belli bir düzeyin altında olması enfeksiyona yol açmazken, enfektif düzeyin ne olduğunu belirleyen hayvanın cinsinden bağışıklık sistemine, bakterinin suşundan antibiyotik direncine birçok etken vardır. Günümüzde ithal edilen binlerce hayvan Anadolu’da çeşitli yerlerde hem alışık (dolayısıyla dirençli) olmadıkları birçok hastalığa yakalanıyorlar hem de geldikleri bölgenin ekolojisine ait olmayan mikroorganizmaların çoğalmasında araç oluyorlar. Örneğin kapalı çiftliklerde beslenmek üzere ıslah edilen, büyük cüsseli Simental ineklerin meralarda kilometrelerce dolaşarak otladığında ayak ve tırnak hastalıklarından kurtulamamaları saha çalışmam sırasında sıkça rastladığım bir durumdu. Şap hastalığı söz konusu olduğunda Avrupa tipi mikroplara karşı geliştirilen aşıların Anadolu’nun doğusunda pek etkili olmaması Avrupa’dan getirilen hayvan cinslerinin aşıları için olumsuz bir durum oluşturuyor. Ya da ithal hayvanların yaygınlığını arttırdığı neospora caninum gibi bazı parazitlerin özellikle yerel cins ineklerde gebelik komplikasyonlarına yol açması bu durumlara verilen örnekler arasında sayılabilir[xxiv]. Yeni hastalıklar aynı zamanda yeni aşı ve ilaçların kullanımının artması, hayvanların bedenlerine ve hayvansal gıdaya giren antibiyotik oranının artması anlamına geliyor. Antibiyotik direnci ve önleyici çözüm arayışları, bugün veteriner müdahalelerinde göz önünde bulundurulan en önemli değişkenler arasında sayılabilir.[xxv] Bu anlamda Mitat Şahin’in yürüttüğü güncel bir araştırmanın parçası olan, Kars’ta Bacillus anthracis’in toprak ekolojisinin hastalık riskinden nasıl arındırılabileceği üzerine çalışmalar meraların ve doğal otlakların kullanımı için büyük önem arz eder[xxvi].
Unutmamak gerekir ki meralarda hayvanın otla ve toprakla teması sadece Bacillus anthracis gibi bakterileri getirmiyor. Bu temas, şarbonun da parçası olduğu doğal ve kültürel dünyaların birlikte yarattığı bir ekoloji olarak sağlıklı bir mera hayvancılığının sürdürülebilirliğinin de başlıca koşulu.