COVID-19 koşullarında gıdayı yeniden düşünmek

Atakan Buke

In Yerküre'nin Sesi Posted

Ortaklarımızdan Atakan Büke’nin COVID-19 koşullarında gıdayı düşünürken iyimser olmaya çağıran sebepleri öne çıkardığı yazısı Gastro dergisinin 98. sayısında yayınlandı. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz, yazıyı da altta aynen yayınlıyoruz.

COVID-19 koşullarında gıdayı yeniden düşünmek: Tablo karanlık fakat iyimser olmak için yeterince neden var!

Bu satırlar Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) 11 Mart 2020 tarihinde ilan ettiği pandemi, yani “bölgeler ve gruplar üstü, dünyayı saran salgın” koşullarında, Ankara’da sokağa çıkma yasağının uygulandığı mayıs ayının ilk günlerinde yazıldı. Çin’in Vuhan Eyaleti’nde 2019’un sonlarında ortaya çıkan ve 13 Ocak 2020’de tanımlanan yeni tip koronavirüs, neden olduğu COVID-19 salgını ile hayatlarımızı tümüyle etkisi altına almış durumda.[i] Belki de tarihinde ilk defa, bir bütün olarak insanlık, eş zamanlı bir şekilde ortak bir sorunu deneyimliyor. Yerkürenin kuzeyi ile güneyi, doğusu ile batısı ortak bir yazgının parçaları olduğunu güçlü bir şekilde hissediyor. Yalnız, burada bir uyarı notu düşmek kaydıyla: “hepimiz aynı gemideyiz” gibi bir ortaklık hissiyatı da değil bu. Malum, kapitalizmin irrasyonel rasyonalitesi ile malul çağımızda, salgınla herkes eşit koşullarda ve eşit imkânlarla karşılaşmıyor.[ii] Filipinli aktivist ressam Boy Dominguez’in bir başka bağlamda bundan 15 yıl önce çarpıcı bir biçimde resmettiği gibi, bırakın aynı gemide olmayı, önemlice bir kısmımızın bir gemisi bile yok (bk. Resim 1). Çarpan dalgaların şiddeti ve yarattığı sonuçlar ise aynı gemide olanlar için bile oldukça farklı.

Resim 1: We Are Not All in the Same Boat (…) and some of us don’t even have a boat (Hepimiz aynı gemide değiliz (…) ve kimimizin bir gemisi bile yok), Boy Dominguez, 1995. (Görsel: UGATLahi Artist Collective https://www.facebook.com/UGATLAHI/photos/a.10158318864857556/10158392653187556)

Yaşamlarımızın ortak bir yazgı etrafında şekillendiği hissiyatı, salgının yarattığı kaygı ve korkunun yanı sıra -belki de daha ziyade demeli- salgını ortaya çıkaran süreç ve koşullara yönelik hızla kendisini belli eden memnuniyetsizliklerden de doğuyor. Şimdilerde ‘geri dönelim’ diye işaret edilen ‘normal’ olana dair memnuniyetsizliğin bir ifadesi olarak. Bu nedenle de, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu müşterek hissiyatın yüzü esas olarak geçmişten ziyade geleceğe dönük. Geçmişe hayıflanmaktan daha çok, yazgımızı değiştirme, birlikte yeni bir yola girme arzusunun dile gelişi. Biraz da bundan dolayı, bugünlerde hemen herkesin aklında beliren temel sorulardan birisi de şu oluyor: COVID-19 her şeyi değiştirecek mi?

Bu soruyu şu şekilde de ifade etmek mümkün: COVID-19 öncesi ve sonrası şeklinde anılacak bir tarihsel kırılma ve/ya niteliksel bir dönüşüm anında mıyız? Geçmişe, var olana yönelik memnuniyetsizlik ile geleceğe, olabilecek olana dair beklenti hali bu soruya verilen olumlu yanıtın da zemininde yer alıyor. Her şeyin değişeceği, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı beklentisi hâkim. Bu beklentinin post-pandemi sürecine dair yönelimi bakımından ise verilen cevaplar iyimserler (ütopyalar) ve kötümserler (distopyalar) şeklinde iki ana kampta toplanıyor. Kendisini özellikle siyaset, toplum, bilim ve doğa alanlarına yönelik değerlendirmelerde ve öngörülerde gösteren bu iyimser ve kötümser beklentiler COVID-19 koşullarında gıdayı yeniden düşünmemizin kapsamını ve içeriğini de şekillendiriyor. Bu nedenle ana hatlarıyla da olsa üzerinde durulmayı hak ediyorlar -elbette burada, siyaset, toplum, bilim ve doğa gibi farklı başlıklar altında vurgulanan noktaların, kapitalist toplumsal ilişkilerin bütünlüğü içinde birbirine sıkı sıkıya bağlı, içe içe geçen unsurlar olduğunu unutmadan.

Pandemiden post-pandemiye siyaset, toplum, bilim ve doğa

Salgınla, piyasanın ‘serbestliğinden’ bağımsız bir şekilde de düşünülemeyecek olan anti-demokratik yönetimlerin ve otoriterleşme eğilimlerinin küresel ölçekte güçlendiği bir dönemde karşılaştık. Dolayısıyla “COVID-19 her şeyi değiştirecek mi?” sorusunun öncelikle, siyaset alanında belirmesine de şaşmamak gerek. İyimser kanat, sağlık sistemi başta olmak üzere kamu politikalarının koronavirüs ile mücadelede yetersizliğine bakarak, mevcut iktidar mekanizmalarının sürdürülemez olduğunu ve bu durumun dünyanın büyük çoğunluğu tarafından da görünür hale geldiğini vurguluyor. Bu çerçevede de post-pandemi sürecinin çok daha demokratik ve eşitlikçi bir yapıya evrileceğini öngörüyor. Buna karşılık kötümserler ise gözetim, disiplin, kontrol vb. alanlara yönelik politikalar ve uygulamaların artışına bakarak yaşamlarımız üzerindeki siyasal iktidar mekanizmalarının derinleşmekte olduğunu iddia ediyor.

Siyaset alanına yönelik bu olumlu-olumsuz beklentiler, toplumsal ilişkilerin geneline yönelik değerlendirmelerle de iç içe geçiyor. Örneğin insanlığın müşterek sorunları karşısında müşterek çözümler üretilmesi gerektiğinin farkına varıldığını ifade eden iyimserler evrensel değerlerden uzak toplumsal, siyasî, felsefî, dini vb. akımların ve hareketlerin etkisinin de giderek zayıflamakta olduğunu dile getiriyor. Öte yandan, kötümserlerin yaptığı gibi, bu süreçte toplumsal eşitsizliklerin katlandığını; evinde kalma şansı olmayan işçilerin ve işsizlerin, kadınların, yaşlıların, göçmenlerin, yoksulların üzerindeki sömürünün, ataerkinin, ırkçılığın ve ayrımcılığın artmakta olduğunu söylemek de mümkün. Kısacası, gerek siyaset gerekse toplumsal değişime yönelik dile getirilen mutlu son beklentilerini kıyamet senaryoları takip ediyor.

Benzer farklılaşmaları bilim alanında da görüyoruz. Bir taraftan bu süreçte herkesin yüzünü bilime, bilim insanlarına çevirdiğini ve dolayısıyla da akıl-dışılaşma eğilimlerin karşısında aklın ve bilimin güçlü bir şekilde ön plana çıktığını söylemek mümkün. Diğer taraftan ise akıl ve irade gücü elinden alınmış, ‘bilimsellik’ adı altında teknoloji belirlenimci ve iktidar mekanizmalarına güdümlü kapitalist toplumsallığın güçlendiğini söyleyenlerin de oldukça geçerli nedenleri var.

İyimserlerle kötümserler arasındaki bu kutuplaşma, insan-doğa ilişkisine dair gözlemlere ve beklentilere de rengini veriyor. İyimser kanat salgınla birlikte, yaşayan bir ekosistem olarak dünyanın kendine has kurallarını dikkate almayan insan-merkezci bir toplumsallığın sorunlarının açık hale geldiği tespitini merkeze alıyor. Bu bağlamda da, doğayı yalnızca kullanılabilir bir kaynak olarak gören yaklaşımların ve uygulamaların terk edilerek, insanların yalnızca sıradan bir parçası olduğu canlı bir organizma olarak doğa anlayışına dayanan pratiklerin güçleneceğini öne sürüyor. Buna karşılık kötümserler ise salgınla mücadele adı altında doğanın canlı ve bütünlüklü bir ekosistem olduğunu yok sayan yaklaşımların ve uygulamaların güçlendiğini dile getiriyor. Örneğin, yeni tip koronavirüsün de kaynağı olduğu düşünülen yaban hayatla ilişkimizin, yeni salgın ihtimallerini de güçlendirecek bir şekilde, sınırlarını sermayenin çizdiği insan-merkezci bir çerçevede yeniden şekillendirileceği öngörülüyor.

Tarımsal üretimle birlikte ele alınması gereken gıdaya ilişkin sorunlar ve bu sorunların olası çözümleri de siyaset, toplum, bilim ve doğa alanlarının bileşkesinde yer alıyor. Bu nedenle de gıda ve tarım alanına yönelik değerlendirmelerimiz ve beklentilerimiz de yukarıda ana hatlarıyla ele almaya çalıştığım genel tartışmalar içinde şekilleniyor. Bir tarafta COVID-19 salgınının gıdayla olan ilişkilerimizi toplumsal ve ekolojik olarak sürdürülebilir, demokratik ve eşitlikçi bir rotaya evriltebileğini düşünen iyimserler; diğer tarafta ise salgın hastalıkların ortaya çıkmasında, bu hastalıkların yayılmasında ve çok daha ağır sonuçlar doğurmasında önemli roller oynadığı düşünülen endüstriyel kapitalist tarım-gıda sisteminin güçleneceğini öngören kötümserler bulunuyor. Bu bağlamda vurgulamak istediğim ve yazının başlığına da taşıdığım temel nokta ise en yalın haliyle şu: Tablo karanlık, fakat iyimser olmak için yeterince nedenimiz var! Ne var ki, bu nedenlerin görünür hale gelebilmesi için “COVID-19 her şeyi değiştirecek mi?” sorusunun önce kendisini değiştirmek gerekiyor. Şöyle ki: Biz -var olandan memnuniyetsizlikle ve yeni bir yola girmek arzusuyla ortak bir yazgı hissiyatında birleşen kır ve kent emekçileri olarak, yaşamı her gün yeniden üreten dünya nüfusunun büyük çoğunluğu olarak biz her şeyi değiştirecek miyiz?

Alternatif tarım-gıda hareketlerinin post-pandemi sürecine yönelik barındırdığı imkânlar

Soruyu bu şekilde yeniden ifade etmek basit bir müdahale gibi görünse de önemli sonuçlar doğuruyor. En başta, kendisine, sahip olmadığı ve asla da sahip olamayacağı bir güç atfedilen COVID-19 salgını artık değişimin öznesi olarak görülmekten çıkıyor. Geriye dönük analizlerin de geleceğe dönük beklentilerin ve öngörülerin de merkezine salgının aslında normalde yapıp ettiklerimizin bir sonucundan başka bir şey olmadığı gerçeği yerleşiyor. Başka türlü söyleyecek olursak, yeni tip koronavirüsü fetişleştirerek kurtarıcı ve/ya kıyamet alametlerinden birisi olarak görüp ona kendisinde olmayan bir güç atfetmekten vazgeçmek demek, aynı zamanda bu gücü kendi ellerimize yeniden almak demek. Dahası, sorunun bu şekilde değiştirilmesi, yukarıda iyimserler ve kötümserler diye kutuplaştırılan karşıtlıkları, birbirinden bağımsız, birbirine dışsal ikilikler olarak görmek yerine çelişkili birliktelikler olarak ele almayı olanaklı kılıyor. Neticede kapitalist toplumsal ilişkiler çelişkilerine rağmen değil, çelişkileri dolayımıyla süregidiyor. Bu çerçevede, bir tarihsel kırılma ve/ya niteliksel bir dönüşüm olacaksa şayet, bunun ancak bizlerin eseri olabileceğini söylemek gerek. Aksi takdirde, insanların ve halk sağlığının önüne şirketlerin çıkarlarını koyan; yeterli ve sağlıklı gıdaya erişim yerine küresel ticareti ve sermayenin değerlenme süreçlerini önceliklendiren; doğayı farklı canlıların oluşturduğu bir ekosistem olarak görmektense yalnızca kullanılabilir bir kaynağa indirgeyen kapitalist ilişkilerin derinleşmesine tanıklık edeceğimizi söylemek için kâhin olmaya gerek yok.[i]

Bir kez bu düşünce çizgisine dâhil olunca yazgımızı değiştirme isteğimizin; var olandan, normalden memnuniyetsizliklerimizin hiç de yeni olmadığı hatırlara geliyor hemen. Bilimden sanata uzanan çok yönlü birikimlerimiz, deneyimlerimiz, kavramlarımız, taleplerimiz, (…) kısacası mücadele repertuvarımızda her ne varsa, geleceğe dönük hayallerimiz ve ütopyalarımızla birleşerek “her şeyi değiştirme” arzusuna akıyor. Gıda ve tarım alanı da hiç de azımsanmayacak bir süredir, ‘normal’ olanı değiştirmeye dönük çabalarımız ve mücadelelerimiz bakımından oldukça zengin bir deneyim ve birikimi barındırıyor. İyimser olabilmemizin nedenleri de hâlihazırda var olan bu çabalardan ve mücadelelerden başkası değil. Gıda odağındaki bu çaba ve birikimleri ise yukarıda siyaset, toplum, bilim ve doğa alanlarına yönelik dile getirilen vurguları takip ederek ana hatlarıyla ele almak mümkün.

Genel olarak siyaset alanına paralel bir şekilde, gıda siyaseti de uzunca bir süredir tüm dünyada anti-demokratik ve otoriter eğilimlerle şekilleniyor. Bu eğilimleri, tarımda hangi ürünlerin üretileceğinden tutun da hangi gıdayı kimin nasıl tükete(bile)ceğine kadar uzanan tarım-gıda sisteminin bütün aşamalarında gözlemliyoruz.[ii] Ekolojik dengeleri ve insan sağlığını dikkate almayan anti-demokratik politika ve uygulama süreçleri, salgınla birlikte ortaya çıkan “Bir gıda krizi mi kapıda?” sorusunun da zemininde yer alıyor.[iii] Örneğin, kimi ülkelerin tahıl ve bakliyat gibi belirli ürünlerde salgına bağlı korumacı politikalar geliştirmesi “ucuz emek” ve “ucuz doğa” anlayışı çerçevesinde şekillenen uluslararası iş bölümünde ürün desenini değiştirmesi salık verilmiş üreticiler ve tüketiciler için ciddi bir kırılganlık anlamına geliyor.[iv] Bu noktada, ‘serbest’ piyasaya duyulan koşulsuz inanç temelinde çok uluslu tarım-gıda şirketleri lehine şekillenen tarımsal destek politikalarının, küçük ölçekli tarımsal üreticileri en ufak bir şok karşısında bile kırılgan bir hale getirmiş olduğunu ayrıca hatırlamak gerek.[v] Üstelik bu küçük üreticilerin, dünya nüfusunun yüzde 70’inden fazlasının gıdasını sağlayan esas aktör olduğunu da ekleyerek.[vi] Dahası, salgın, uzun mesafelere dayanan çok aktörlü tedarik zincirlerinin ve süpermarketler başta olmak üzere “sıfır stok” (just in time) üzerine kurulu gıda perakendeciliğinin kırılgan, dayanıksız yapısını da gözler önüne sermiş durumda.[vii] Manzaranın bir tarafında tarlada çürümeye terk edilmiş ürünler, diğer tarafında ise boş süpermarket rafları beliriyor.[viii] Gıdanın üretimi, dolaşımı ve tüketimine uzunca bir süredir yön veren liberal gıda güvencesi politikaları, kısıtlanan hava, deniz ve karayolu taşımacılığı ile emek gücü hareketleri karşısında çaresiz görünüyor.

Neyse ki; bizler çaresiz değiliz! Yerkürenin güneyinden ve kuzeyinden dillendirilen gıda egemenliği siyaseti, hatırı sayılır bir süredir, bu sorunlar karşısında ciddi bir alternatif olarak beliriyor. Gıda egemenliği esas olarak “insanların kendi gıda ve tarım sistemlerini tanımlaması, doğaya saygılı üretim yollarıyla üretilmiş sağlıklı ve yerel kültüre uygun gıdayı üretme ve o gıdaya erişim hakkı” olarak özetlenebilir.[ix] Yerel halkları ve üreticileri merkeze alan gıda egemenliği siyaseti, gıdanın üretim, dolaşım ve tüketim örüntülerinin yeniden yapılandırılması doğrultusunda demokratik, eşitlikçi ve ekolojik bir çerçeve sunuyor.[x] Bugün birçok gıda ve tarım odaklı alternatif hareketin politikalarının ve uygulamalarının merkezinde de bu çerçeve yer alıyor. Mevcut tarım-gıda sistemine alternatif arayışları içinde şekillenen “gıda demokrasisi”, “gıda vatandaşlığı”, “tarımsal vatandaşlık” gibi kavramlarla da birlikte düşünülebilecek olan gıda egemenliği siyaseti ortak yazgımızı değiştirmek için güçlü bir zemin sunuyor.

Gıda ve tarım alanını şekillendiren toplumsal ilişkilere baktığımızda ise COVID-19 salgınının, küresel gıda sisteminin yarattığı eşitsizlikleri, adaletsizlikleri ve kırılganlıkları çarpıcı bir biçimde bir kez daha gündeme getirdiğini görüyoruz.[xi] Elbette bu sorunlar, yukarıda ana hatlarıyla değinilen gıda siyasetinden bağımsız da değil. Salgın öncesinde, 820 milyon insan açlıkla baş etmek durumdayken 2 milyarı aşkın bir nüfus ise yeterli gıdaya erişimde zaten güvencesiz bir konumda idi.[xii] Bu rakamların salgına bağlı sorunlar nedeniyle katlanması bekleniyor. Örneğin, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO), COVID-19 ve çalışma hayatı ilişkisi üzerine hazırladığı rapor, 2020 yılının ilk yarısında küresel çalışma saatlerinde toplamda 500 milyona yakın tam zamanlı iş kaybı anlamına gelen ciddi bir düşüş yaşanmakta olduğunu gösteriyor.[xiii] Yine bu rapora göre küresel ölçekte 1.6 milyar civarında olduğu düşünülen kayıt-dışı çalışanlar ise salgın koşullarında işlerini ve dolayısıyla da gelirlerini kaybetme ihtimali bakımından kırılgan kesimlerin başında geliyor.[xiv] Kısacası, şayet gerekli müdahalelerde bulunulmazsa, gıdaya erişim konusunda zaten ciddi sorunlar yaşayan kır ve kent yoksullarına yenilerinin ekleneceği açık.

Karşı karşıya olduğumuz bu manzaraya bir de beslenmeye bağlı sağlık sorunları, aşırı kilo ve obezite gibi nedenlerle COVID-19 hastalığı karşısında da risk grubunun başında gelenleri eklemek gerek. Örneğin, Londra merkezli bir sağlık araştırmaları kuruluşunun (Intensive Care National Audit and Research Centre) raporuna göre Birleşik Krallık genelinde 19 Mart 2020 tarihine kadar COVID-19 nedeniyle yoğun bakıma alınan hastaların yüzde 76.5’i fazla kilolulardan oluşuyor.[xv] Üstelik salgınla birlikte aşırı kilo ve obezitenin de birincil derecede sorumluları arasında yer alan raf ömrü uzun, ancak besin değeri düşük paketli gıdaların tüketiminin arttığı, yaş meyve ve sebze ile et ve süt ürünlerinin tüketiminin ise azaldığı gözleniyor.[xvi] Özetle; yalnızca “yeteri kadar parası, zamanı ve enerjisi olan oldukça az sayıdaki insanın “sağlıklı” (organik, ekolojik vb.) gıdalarla beslenmesine olanak” tanıyan küresel beslenme rejimi dünyanın büyük çoğunluğunu açlık, yoksulluk, aşırı kilo ve obezite, besin değeri düşük ve sağlıksız gıda tüketimi, beslenmeye bağlı sağlık sorunları gibi ağır koşullarda salgınla baş başa bırakıyor; COVID-19 salgının ise bu koşulları daha da kötüleştireceği bekleniyor.[xvii]

Bu karanlık tabloyu değiştirmek mümkün! Bu noktada yüzümüzü tarım ve gıda alanında ortaya çıkan ve yaklaşık son 30-40 yıllık sürece de damgasını vuran “gıda hakkı”, “çiftçi hakları”, “gıda adaleti”, “adil ticaret”, “yavaş gıda” (slow food), “yerel/yöresel gıda sistemleri” gibi kavramlara ve uygulamalara dönmek gerek. Bütün bu kavramları ve talepleri yukarıda ana hatlarıyla değinilen gıda egemenliği genel şemsiyesi altında da düşünmek mümkün. Bu çerçevede, örneğin gıda hakkı kavramı, “herkesin yeterli, sağlıklı, toplumun kültürüne uygun gıdaya erişim hakkı” olduğunu vurgulayarak çözümü gıdayı, bir meta, ticari bir mal olarak gören küresel şirketlerin yönetiminden çıkartıp kamusal olarak karşılanması gereken temel bir insan hakkı olarak yeniden ele almakta görüyor.[xviii] Benzer bir şekilde yavaş gıda, topluluk destekli tarım, kent tarımı gibi hareketler ve inisiyatifler, gıdayı yerkürenin bir ucundan bir diğer ucuna taşıma üzerine kurulu, yoğun kimyasal ve enerji kullanımına dayalı tarım-gıda sisteminin sorunlarının, kısa tedarik zincirlerine ve doğayla dost tarım uygulamalarına dayanan yerel/yöresel gıda sistemleri anlayışları ile çözülebileceğine işaret ediyor. Üretici ve tüketicilerin karşılıklı inisiyatifine dayanan demokratik karar alma yöntemleri ile üreticilerin nitelikli ve sağlıklı gıda üretme haklarının tanınabileceğini, tüketicilere ise besleyici ve çeşitli gıdalara erişim imkânı sunulabileceğini dile getiriyorlar. Bu çabaların alternatif mutfaklar, gıda toplulukları, ekolojik pazarlar, üretici pazarları, kent bostanları, üretici ve tüketici kooperatifleri, gıda kolektifleri vb. oluşumlarla güçlenmekte olduğunun da altını çizmek gerek. Özetle, gıda siyaseti alanında olduğu gibi gıda sisteminin yarattığı toplumsal eşitsizlikler, adaletsizlikler ve kırılganlıklar karşısında da yazgımızı değiştirebilmek için yeterince donanımımız var.

Son olarak, kapitalist gıda rejiminin[xix] bilim ve doğayla ilişkisine dair tabloya kısaca bir göz atalım. Gıdanın bilgisi, ana-akım mecralarda uzunca bir süredir, tarım ve gıda ilişkilerinin bütünlüğünü ve bu alandaki sorunların sistemik karakterini dikkate almayan; disipliner ayrımlara ve konu/proje-bazlı uzmanlaşmaya dayalı bir şekilde üretiliyor. Araştırma-geliştirme faaliyetleri alanında ise kamusal fonlardan özel fonlara bir geçiş söz konusu. Fikri mülkiyet hakları, standartlar ve patent gibi politikalar ve uygulamalarla birlikte, gerek tarım gerekse gıda alanında bilgi üretiminin özelleştirildiğine tanıklık ediyoruz. Daha ziyade tarım-gıda sermayesinin çıkarları üzerine kurulu bu bilgi üretimi, tarımı ve gıdayı toplumsal ve ekolojik bağlamından da kopartıyor. Örneğin bu çerçevede tarım, oldukça dar bir ‘verim’ anlayışı temelinde doğa ile araçsal bir ilişki olarak belirirken gıda ise teknikleşmiş bir beslenme anlayışı temelinde, soyut bir insan vücuduna giren karbonhidrat, protein ve yağ gibi besin değerlerine ve niceliksel kalori hesaplarına indirgeniyor. Bu zemin üzerinde yükselen endüstriyel tarım ve gıda sisteminin doğada yarattığı tahribat ise saymakla bitmiyor: iklim krizi, biyoçeşitlilik ve agro-biyoçeşitlilik kaybı, su kıtlığına ek olarak yeraltı ve yerüstü sularında artan kimyasal kirlilik, ormansızlaşma, bitkilerde ve hayvanlarda salgın hastalıklar, toprak kaybı ve çölleşme vb.[xx]

Listesi daha da uzatılabilecek olan bütün bu sorunlar karşısında elimiz sandığımızdan çok daha güçlü. Ana-akım yaklaşımların tersine, özellikle de 1990’lardan bu yana, tarım ve gıda ilişkilerini, karşı karşıya olduğumuz sorunların sistemik karakterine uygun olarak bütüncül bir şekilde inceleyen ve kapitalist-endüstriyel ilişkilerin radikal eleştirileri üzerine kurulu önemli yaklaşımlar, kavramlar ve pratikler ortaya çıkmış durumda. Bunların başında ise ekolojik tarım (agro-ekoloji), geçimlik yaklaşımı, ekofeminizm, köylü tarımı yaklaşımı ve gıda rejimi analizleri gibi açılımlar geliyor.[xxi] Gıda egemenliği başta olmak üzere yukarıda yer verilen kavramlarla da iç içe geçen bu yaklaşımlar, tarımsal üretim ve gıda sistemine yönelik gerek teorik gerekse pratik önemli alternatifler ve çözümler sunuyor. Örneğin ekolojik tarım yaklaşımı bir yandan, çiftçilerin yerel ve pratiğe dayalı ‘geleneksel’ bilgisinin korunmasını sağlamaya çalışırken öte yandan bu bilgiyi bilimsel bilgiyle de harmanlayarak çiftçiden çiftçiye öğrenme pratikleri gibi araçlarla geliştirmeye ve gelecek nesillere aktarmaya çabalamakta.[xxii] Dahası, yapılan birçok karşılaştırmalı araştırma, dışsal girdilere, yoğun enerji ve kimyasal kullanımına dayalı endüstriyel üretime kıyasla; gezegensel dengeleri ve ekolojik döngüleri merkeze alan ekolojik tarım uygulamalarının çok daha verimli olduğuna işaret ediyor.[xxiii] Özetle, alternatif yaklaşımlar ile tarım-gıda hareketleri, bir yandan bu alanın bilgisini ve kültürünü zenginleştirmek için güçlü bir zemin sunarken diğer yandan da bütün bunları olanaklı kılan meraları, dereleri, ormanları, tohumları, biyolojik ve genetik çeşitliliği, kısacası yaşayan canlı bir organizma olarak doğayı korumanın da olanaklarını sunuyor.

Resim 2: “Eskiden olanı değil de gelecekte olabilecek olduğumuzu yeşertebiliriz.” Kaynak: Radici Studios (https://www.instagram.com/p/B_YK_e3hkbE/)

Toparlayacak olursak, yaşamlarımızı ortak bir yazgı etrafında birleştiren tablo karanlık; fakat bu tablo bizim için yeni de değil. Tanıdığımız bu tabloyu değiştirmek için ise yeterince donanımız ve birikimimiz var. Yukarıda yer verilen alternatif tarım ve gıda hareketleri ve bu hareketlerle birlikte, özellikle de 1990’lardan bu yana ortaya çıkan yeni yaklaşımlar, kavramlar ve pratikler, kapitalist endüstriyel tarım-gıda sisteminin yarattığı tahribat karşısında önemli olanaklar barındırıyor ve güçlü alternatifler sunuyor. Tarım ve gıda alanındaki bu olanakların, genel olarak kapitalist ilişkiler karşısında süregiden mücadelelerle birleşebilmesi ve bu zeminde var olanın idaresinin ötesine geçerek toplumsal bir dönüşüme doğru yönelmesi ise bizlerin ellerinde. Bu yazının en başında değinilen Dominguez’in tablosuna yeniden dönerek bitirecek olursak yeni okyanuslara açılacak yeni gemiler inşa etmek gerek! Bunun yolu ise geçmişi, normal olanı değil; geleceği, olabilecek olanı yeşertmekten geçiyor (bk. Resim2).

Notlar

[i] DSÖ, 2020; Evrensel, 2020.

[ii] Kendisini, bir yönüyle, ‘maddi refah’ unsurları olarak tarif edilen göstergelerin, tür olarak insanlığı olanaklı kılan gezegensel koşullar ve dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun refahı pahasına ‘artışı’ olarak gösteren kapitalizmin irrasyonel rasyonalitesine dönük değerlendirmeler için bk. W.Bonefeld, 2016; A.Büke, 2018, s.108-156; S.Clarke, 1992.

[i] Karş. A.Büke, 2020, s.4.

[ii] bk. A.Büke, 2019a, 2019b; Değirmenci, 2019.

[iii] bk. FIAN, 2020.

[iv] A.Büke, 2020; FAO, 2020.

[v] O.Doğan, 2020.

[vi] ETC Group, 2017, s.12.

[vii] IPES, 2020.

[viii] IPES, 2020.

[ix] Yerküre, 2019, s.71; Nyéléni, 2007, s.9.

[x] A.Büke, 2019b, s.8.

[xi] bk. FAO, 2020; FIAN, 2020; IPES, 2020.

[xii] IPES, 2020, s.4.

[xiii] ILO, 2020.

[xiv] ILO, 2020.

[xv] IPES, 2020, s.5. Raporun detayları için ayrıca bk.

https://www.foodnavigator.com/Article/2020/03/24/Coronavirus-and-obesity-industry-urged-to-act-post-crisis

[xvi] FIAN, 2020.

[xvii] A.Büke, 2019b, s.6.

[xviii] A.Büke, 2019b, s.16; U.Kocagöz, 2018.

[xix] İlgili yazında daha ziyade bir tarihsel dönemleme aracı olarak kullanılan gıda rejimi kavramının kapitalist gıda rejimi olarak yeniden kavramsallaştırılmasına dönük bir çaba için bk. A.Büke (basılacak), 2018.

[xx] Kapitalist tarım-gıda sistemi ile COVID-19 başta olmak üzere salgın hastalıklar arasındaki ilişkiye dair kapsamlı bir tartışma için bk. R.Wallace vd., 2020; krş. A.Büke, 2020.

[xxi] A.Büke, 2019a.

[xxii] U.Kocagöz, 2018; Yerküre, 2019.

[xxiii] P.M.Rosset ve M.A. Altieri, 2017.

Kaynakça

A.Büke, “21. Yüzyılda Kapitalist Tarım-Gıda Sistemi ve Tarım/Köylü Sorunu Tartışmaları”, Praksis, 50, s.123-148, 2019a.

A.Büke, “COVID-19 ve Küresel Tarım-Gıda Sistemi: Eğilimler, Sorunlar, Olanaklar”, Yerküre Yerel Çalışmalar Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Kooperatifi, 2020, http://yerkure.org/2020/04/kuresel_tarim_gida_sistemi/ (Erişim tarihi: 03.05.2020)

A.Büke, “Cumhuriyetin 100. Yılına Doğru Türkiye’nin Tarım-Gıda Politikaları: Sorunlar ve Çıkış Yolları Üzerine”, Mülkiye İktisadi ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (MİSAM) Politika Metinleri Dizisi, Mülkiyeliler Birliği, 2019b, http://mulkiye.org.tr/wp-content/uploads/2019/12/Misam-Politika-Metinleri-3.pdf (Erişim tarihi: 03.05.2020)

A.Büke, (basılacak) “Bir Gıda Rejimi Olarak Kapitalizm ve Tarım/Köylü Sorunu”, Toplum ve Bilim, Kırsal Dönüşüm Özel Sayısı.

A.Büke, Capitalist Food Regime and the Agrifood Problem: A Critique of Political Economic and Post-Developmentalist Understandings of the Agrarian/Peasant Question. Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018.

DSÖ, Coronavirus disease (COVID-19) Pandemic, 2020, https://www.who.int/emergencies/diseases/novel-coronavirus-2019 (Erişim tarihi: 03.05.2020)

ETC Group (Action Group on Erosion, Technology and Concentration), Who Will Feed Us? The Peasant Food Web vs. The Industrial Food Chain, ETC Group, 2017.

Evrensel, Kovid-19 Bülteni, 2020, https://www.evrensel.net/koronavirus/index.php (Erişim tarihi: 03.05.2020)

FAO (Food and Agriculture Organization), COVID-19 pandemic – impact on food and agriculture, 2020, http://www.fao.org/2019-ncov/q-and-a/impact-on-food-and-agriculture/en/ (Erişim tarihi: 03.05.2020)

FIAN (Food-First Information and Action Network), Impact of Covid-19 on the Human Right to Food and Nutrition: Preliminary Monitoring Report, 2020, https://www.fian.org/files/files/Preliminary_monitoring_report_-_Impact_of_COVID19_on_the_HRtFN.pdf (Erişim tarihi: 03.05.2020)

ILO (International Labour Organization), ILO Monitor: COVID-19 and the world of work, 2020, https://www.ilo.org/wcmsp5/groups/public/@dgreports/@dcomm/documents/briefingnote/wcms_743146.pdf (Erişim tarihi: 03.05.2020)

IPES (International Panel of Experts on Sustainable Food Systems), COVID-19 and the crisis in food systems: Symptoms, causes, and potential solutions, http://www.ipes-food.org/_img/upload/files/COVID-19_CommuniqueEN.pdf (Erişim tarihi: 03.05.2020)

Nyéléni, Forum for Food Sovereignty, 2007, https://www.nyeleni.org/IMG/pdf/TOWARDS_A_FOOD_SOVEREIGNTY_ACTION_AGENDAII.pdf (Erişim tarihi: 04.05.2020).

O.Doğan, “Ekonomik İstikrar Kalkanı, tarımsal destekler ve çiftçi borçları”, gazeteduvaR, 03 Nisan, 2020, https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/04/03/ekonomik-istikrar-kalkani-tarimsal-destekler-ve-ciftci-borclari/ (Erişim tarihi: 03.05.2020).

P.M.Rosset ve M.A. Altieri, Agroecology: Science and Politics, Practical Action ve Fernwood, 2017.

R.Wallace vd., “Covid-19 ve sermayenin çevrimleri”, 2020, http://siyasihaber4.org/covid-19-ve-sermayenin-cevrimleri/89297 (Erişim tarihi: 05.05.2020).

S.Clarke, Marx, Marginalism and Modern Sociology: From Adam Smith to Max Weber. MacMillan Academic ve Professional Ltd., 1992.

S.Değirmenci, 2000 Sonrası Türkiye Tarımında Dönüşümün Temel Bileşenleri: Devlet-Sermaye İlişkileri Ekseninde Talepler ve Yasal Düzenlemeler, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019.

U.Kocagöz, “Gıda sistemi, aktörler ve mücadele olanakları”, Karasaban, 9 Mayıs, 2018, https://www.karasaban.net/gida-sistemi-aktorler-ve-mucadele-olanaklari-umut-kocagoz/ (Erişim tarihi: 03.05.2020)

W.Bonefeld, Critical Theory and the Critique of Political Economy: On Subversion and Negative Reason, New York, London, New Delhi, Sydney, Bloomsbury, 2014.

Yerküre (Yerküre Yerel Çalışmalar Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Kooperatifi), Türkiye’nin Gıda Sistemi ve İstanbul’un Tedarik Zinciri: Eğilimler, Sorunlar ve Alternatifler, Greenpeace Akdeniz için hazırlanmış rapor, 2019, https://storage.googleapis.com/planet4-turkey-stateless/2019/11/e641d246-tu%CC%88rkiyenin-g%C4%B1da-ve-tar%C4%B1m-sistemi-rapor.pdf (Erişim tarihi: 04.05.2020)